TBMM’nin yeni yasama dönemi ilk toplantısında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti eş başkanlarına gidip tokalaşmasının ardından “Yeni bir çözüm süreci ya da demokratik açılım mı geliyor?” sorusu Türkiye’nin gündemine oturdu. Çok geçmeden Bahçeli’nin bu tutumunun tesadüf olmadığı da anlaşıldı.Hem Bahçeli hem de Erdoğan bölgenin kırılgan pozisyonuna dikkat çektiler ve yeni bir beraberlik, kardeşlik imkanına dair olasılıkların kapısını açmak gerektiğini vurguladılar.
Herkes karınca kararınca destek vermeye çalıştı. Kürt meselesi ile ilgili iki adım ileri üç adım geri şeklinde seyreden dalgalı süreci bilen herkes "Bir umut varsa neden olmasın?" dedi.
Ancak DEM hala aynı yerde olduğunu gösterdi. Yine bir parti kimliği yokmuş gibi davrandı. İnsanlar eski hataları yapmaktan kaçınmaya çalışırken, “Yeni bir çözüm süreci mi başlıyor?” iddialarıyla ilgili heyecan duymuşken, DEM Parti Grup Başkanvekilleri Gülistan Kılıç Koçyiğit ve Sezai Temelli, Meclis‘te gazetecilerle bir araya gelerek gündeme ilişkin açıklama yaptılar ve “İmralı muhataptır, oradadır” dediler.
Abdullah Öcalan’ın Kandil’deki PKK yöneticileri ile görüşmesine izin verilerek örgüte “Silahları bırakmayı müzakere etmenin zamanı geldi” dediğine ilişkin iddiaları yanıtlarken, kayıtsız bir biçimde “Bizde bir bilgi yok, bilmiyoruz. Telefon trafiği var mı, görüşme başladı mı? Bizim dışımızdaki gelişmeler üzerine yorum yapmamız doğru değil. Bu konuda İmralı muhataptır. Bir süreç başlayacaksa buyurun İmralı oradadır” ifadesini kullandılar.
Soru bir: Nasıl sizde bilgi yok, nasıl oluyor da bilmiyorsunuz?
Soru iki: Her konusu açıldığında ‘muhatap İmralı’ demek acaba nasıl bir vizyonsuzluktur?
Soru üç: Bu tutum, “Kürtlerden oy aldım, meclisteyim, meşruyum ama kendi iradem yok” anlamına gelmesi bakımından başlı başına bir iradesizlik, görevsizlik, yetkisizlik beyanı değil midir?
Herhalde böyle bir garabet başka yerde yoktur.
Bir partiye diyalog kurmak için gidiyorsunuz, "Mecliste halkı temsil ediyoruz meşruyuz diyorsunuz, gelin çözüm için diyalog kurulsun” diyorsunuz, ama her defasında“Bizim bir irademiz yok, biz irademizi 25 yıldır bir adada devlet denetiminde hükümlü olarak yaşayan ve her nasılsa terör örgütünün hala mutlak başkan ve rehber olarak kabul ettiği bir kişiyi mutlak irade ve tek muhataplık adresi olarak görüyoruz” anlamına gelen cevaplar duyuyorsunuz.
Barış, çözüm ihtimali belirdiğinde adres İmralı.
Ama sıra kendilerine terör örgütü ile bağlarınızı koparın dendiğinde “Yaa, ne alakası vaaar?” Elbette yanı sıra bir kamyon dolusu ‘demokratik siyaset’ retoriği.
BÖYLE BAŞA ÖYLE TARAK O ZAMAN
Peki siz, kendi iradenizi rejimin teröristbaşı olarak adlandırdığı Öcalan’a isteyerek ya da zorla terk etmişken, bu iradeyi geri almak ve hep söylediğiniz şekilde ‘Türkiye Partisi’ olmak için gerçek bir adım atmıyorken, süreç nasıl ‘demokratik siyaset’ ile, ‘sivil aktörlerin maksimum katılımıyla’ gerçekleşecek?
Siz demokratik çözüm iradesinin muhataplığı rolünü üstlenmiyor ve istemiyor iken kim neden sizinle demokratik çözüm siyaseti adına iş tutsun?
Şartlar böyle olduğu için yeni süreç bana hiç öyle katılımın, şeffaflığın, demokratik diyalog mekanizmalarının ve çok taraflılığın olduğu bir aksamda ilerleyecekmiş gibi görünmüyor. Geçen hafta bunu yazmıştım.
Böyle ilerlemeyecek olmasının tek nedeni Cumhur İttifakı'nın otoriterleşmesi değil ama. DEM’in kendisini temsil ettiği şey konusunda bir otorite olarak görmemesi.
Kendisini sadece kurye ya da megafon gibi konumlandırması.
Bir önceki süreç partinin de örgütün de sol siyasetin ülkeyi anlamaktan aciz gündemlerinin peşine düşmesi ile, “Korkma la, asmayacağız yargılayacağız” sözlerinin tekabül ettiği ölümüne Erdoğan düşmanlığı ile berhava oldu.
Aynı feraset sorunu aynı dozda devam ediyor demek için belki henüz erkenama bu tür emareler varken insan "Tekrar umutlanmak için de çok geç" diyor maalesef. Ham bir hayalin peşine düşmeye kimsenin ne enerjisi var ne sabrı.
DEVLET BU ÖCALAN TARİKATINI NE YAPACAK? NE YAPMALI?
Madem Kürt meselesinin çözümünde Kürtleri temsil ettiğini ve bu temsiliyet nedeniyle meşru olduğunu ileri süren parti bir örgüt liderini işaret etmektedir, o zaman belki de devletin yapması gereken şudur:
1) DEM’le enerji ve zaman kaybetmemek.
2) Örgütün tam manasıyla bir Öcalan tarikatına dönüşmüş olduğunu kabullenmek.
3) Öcalan tarikatının Ortadoğu’da sağlam bir 'network'ü olduğunu görmek.
4) Bütün bu gerçeklerle beraber Öcalan’ın şu anda Kürt siyasetindeki “En Türkiye Devleti yanlısı” ve “Devlet hizmetine girmeye gönüllü” kişi olduğunu dikkate almak.
5) Tam da bu sebeplerle örgütü ve 'network'ünü bölgede Türkiye Cumhuriyeti lehinde vaziyet almaya zorlamak için Öcalan'ı hizmetine almak.
Türkiye Cumhuriyeti devleti bunu yapmazsa başkaları yapacak. Örgüt başka devletlerin (mesela İsrail) veya istihbarat teşkilatlarının, operasyon birimlerinin lejyoneri olacak.
Bu noktada bölgedeki diğer Kürt gruplara nazaran PKK içinde pro Filistinci bir damarın olması avantajdır.
Türkiye Öcalan’ı ve tarikatını bölgedeki dinamiklere göre ve ülke çıkarları için istihdam etmeli ve bu ülkenin hem Türkleri hem Kürtleri kısaca bütün vatandaşları için faydalı olacak yöne gitmek için kullanmayı denemeli.
Aksi takdirde ABD ve Rusya başta olmak üzere bütün Batılı ülkelerin ‘meşru bir oluşum’ olarak telakki ettikleri PYD-YPG’nin “Ben zaten PKK değilim ki, başka bir şeyim ben” diyerek aradan sıyrılmasına ve kendisine bağlı olmayan Kürtleri sürgün ederek tek taraflı olarak kurup ilan ettiği teritoryal bölgesini yakın vadede İsrail desteğiyle diriltip genişletmesine engel olunamaz. Unutulmamalı ki Batı ve İsrail bütün yatırımını PYD-YPG’ye yapıyor. Talabani bile artık o kadar gözde değil.
Bakmayın siz Esad’la anlaşalım da Kuzey Suriye’yi o halletsin diyenlere. Suriye’de Esad diye biri yok, ABD, Rusya var ve İran var-dı. Ayrıca Türkiye Esad’ın koruyamadığı ‘Suriye’nin toprak bütünlüğü’ için hem kan verdi hem can verdi ancak Münbiç’in doğusuna geçilemedi. Belki biraz daha farklı bir yol denemenin zamanı gelmiştir.